Hâkim nihaî karar ile o davadan elini çeker, verdiği karardan dönemez ve onu değiştiremez.

ÖZET :

  • Yargılamaya son veren ve hâkimin davadan elini çekmesi sonucunu doğuran kararlara nihaî karar denir. Meselâ, yetkisizlik kararı, görevsizlik kararı, boşanma kararı, aylık kiranın bedelinin tespiti kararı, dava sırasında (dava konusu) borcun ödenmiş olması nedeniyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığı kararı gibi.
  • Hâkim nihaî karar ile o davadan elini çeker, verdiği karardan dönemez ve onu değiştiremez. Fakat (ara kararlardakinin aksine ) nihaî kararlar temyiz edilebilir (m.427). İşte, nihaî kararlar temyiz edilip Yargıtayca bozulmadıkça, hâkimin nihaî kararla sonuçlandırmış olduğu davaya tekrar bakması (el koyması) caiz değildir (Kuru, s.3004-3005).
  • Nihai kararlar da esasa ilişkin ve usule ilişkin nihai kararlar olmak üzere iki grupta toplanabilir. Usule ilişkin nihai kararla hâkim davadan elini çekmekte ise de, bu kararla taraflar arasındaki uyuşmazlığın esası çözümlenmiş olmaz. Örneğin mahkemenin görevsiz veya yetkisiz olması nedeni ile verdiği kararlar, davanın takip edilmemesi nedeni

Hukuk Genel Kurulu

2017/1590 E. , 2020/941 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

  1. Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Şanlıurfa 1. İş Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
  2. Direnme kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
  3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:

  1. Davacı adına Sağlık ve Sosyal Hizmetler Sendikası (Sağlık-Sen) vekili 02.01.2013 harç tarihli dava dilekçesinde; 02.07.2007 tarihinden itibaren Şanlıurfa İl Sağlık Müdürlüğü 112 Acil Sağlık Hizmetlerinde acil tıp teknisyeni olarak çalışan müvekkilinin ücretinden 2011 yılı Temmuz ayına kadar her ay kesinti yapıldığını, 2 Kasım 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin (KHK) 1. maddesinin birinci bendi ile 375 sayılı KHK’ya eklenen Ek 9. madde hükmü ve 10 Ocak 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 2012/2665 sayılı Sözleşmeli Personele Ek Ödeme Yapılmasına Dair Bakanlar Kurulu kararının 1/6. maddesi ayrıca Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğünün 02.03.2012 tarihli ve 2837 sayılı yazısı uyarınca sözleşmeli personele yapılan ek ödemelerden prim kesintisi yapılması mümkün olmadığından, talep tarihinden itibaren yapılan kesintilerin iadesi gerektiğini ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile, 1000,00TL’nin faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.
  2. Davacı vekili 31.03.2014 harç tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 2.495,00TL daha arttırarak toplam 3.495,06TL’ye çıkarmıştır.
    Davalı Cevabı:
  3. Davalı … (SGK/Kurum) vekili 25.01.2013 havale tarihli cevap dilekçesinde: 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun (5510 sayılı Kanun) 80 ve 105. maddelerine göre ücret ve ücretin eki niteliğindeki ödemelerin sigorta prim kesintisine tâbi olduğunu, KHK’ya göre daha üst norm olan kanuna dayanan Kurum işleminin hukuka uygun olduğunu, davacının bu hususta Kuruma bir başvurusu da bulunmadığını belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
    Mahkeme Kararı:
  4. Şanlıurfa 1. İş Mahkemesinin 05.06.2014 tarihli ve 2013/4 E.-2014/386 K. sayılı kararı ile; 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Ek 3. ve 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile eklenen Ek 9. maddeleri ile Maliye Bakanlığının 02.03.2012 tarihli ve 2837 sayılı yazısı dikkate alındığında, 15.01.2012 tarihinden önceki dönemlerde yapılan ek ödemelerden sigorta prim kesintisi yapılmaması ve yapılan kesintilerin iadesi gerektiği gerekçesi ile, davanın kabulüne ve 2008 yılı Ocak ayı ile 2011 yılı Ağustos ayları arasındaki dönemde tahsil edilen net 3.495,06TL sigorta prim kesintisinin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
    Özel Dairenin Onama Kararı:
  5. Şanlıurfa 1. İş Mahkemesinin bu kararı süresi içinde davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
  6. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 17.06.2015 tarihli ve 2014/14827 E, 2015/13963 K. sayılı kararı ile davalı Kurum vekilinin yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddi ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.
    Özel Dairenin Bozma Kararı:
  7. Davalı Kurum vekili 27.10.2016 havale tarihli dilekçesi ile maddi yanılgıya dayalı kararın düzeltilmesini talep etmiştir.
  8. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 10.03.2016 tarihli ve 2016/3438 E., 2016/3890 K. sayılı kararı ile; “….İstek, nitelikçe maddi hatanın düzeltilmesi istemine ilişkindir.
    İş mahkemelerinden verilen kararlar ve buna bağlı Yargıtay ilamına karşı karar düzeltme yolu bulunmamaktadır. Ne var ki, Yargıtay onama ve bozma kararlarında maddi yanılgı bulunması halinde usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceği, giderek maddi yanılgının düzeltilmesi gerektiği Yargıtay’ın oturmuş ve yerleşmiş içtihatlarındandır.
    Dava, adli tıp teknisyeni olarak çalışan davacıdan, 02.07.2007-14.08.2011 tarihleri arasında aldığı ek ödemelerden davalı Kurumca yapılan prim kesintilerinin iadesi istemine ilişkindir.
    Mahkemece, davanın kabulü ile, davalı Kurum tarafından 2008/1-2011/8 dönemleri arasında tahsil edilen net 3.495,06 TL SSK kesintisinin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
    Dosya içindeki kayıt ve belgelerden; davacının 02.07.2007 tarihinden kadroya geçtiği (4/1-c) 14.08.2011 tarihine kadar 506 sayılı Yasa ve 5510 sayılı Yasa’nın 4/1-a maddesi kapsamında ATT(acil tıp teknisyeni) olarak çalıştığı, davacıya yapılan ek ödemelerden davalı Kurumca prim kesintisi yapıldığı anlaşılmaktadır.
    Uyuşmazlık; ek ödemelerden sigorta prim kesintisi yapılıp yapılmayacağı hususunda toplanmaktadır ve uyuşmazlığın 1.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Yasa öncesi ve sonrasına ilişkin düzenlemelere göre irdelenmesi gerekecektir.
    Davanın yasal dayanağı 5510 sayılı Yasa’nını 80/c, 506 sayılı Yasa’nın 77. maddeleri ile 27.06.1989 tarihli 375 sayılı KHK’dir.
    5510 Sayılı Yasanın yürürlük tarihinden önce uygulanması gereken 506 Sayılı Yasanın 77/b, c maddesine göre; “prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkaktan sigortalılara o ay içinde ödenenlerin”, “idare veya kaza mercilerince verilen karar gereğince (a) ve (b) fıkralarında yazılı kazançlar niteliğinde olmak üzere sigortalılara o ay içinde yapılan ödemelerin,” brüt toplam primlerin hesabında dikkate alınır. Sigorta primleri hesabına katılmayacak istisnalar aynı maddede; yolluklar, çocuk ve aile zamları, ölüm, doğum ve evlenme yardımları ile ayni yardımlar olarak açıkça gösterilmiştir.
    27.06.1989 tarihli ve 375 sayılı KHK’nin EK:3 maddesi “ek ödemenin hak kazanılmasında ve ödenmesinde aylıklara ilişkin hükümler uygulanır ve bu ek ödeme damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaz” hükmüne haiz olup, ek ödemeden prim kesintisi yapılmayacağına ilişkin açık bir düzenleme getirmediğinden uygulanabilirliği bulunmamaktadır.
    5510 sayılı Yasa’nın 80. maddesinde prime esas kazançların nasıl hesaplanacağı düzenlenmiş ve aynı maddenin c bendinde “…Diğer kanunlardaki prime esas tutulmaması gerektiğine dair muafiyet ve istisnalar bu Kanunun uygulanmasında dikkate alınmaz” hükmü öngörülmüştür. Bu düzenleme uyarınca zaten 375 sayılı KHK’nın uygulanması söz konusu olmayacaktır.
    11.10.2011 tarihli 666 sayılı KHK ‘nın 1. maddesi ile 375 sayılı KHK’ye eklenen ek 9 maddesi ise ” ..Kadro karşılığı sözleşmeli personel ile 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (II) sayılı Cetvele dahil pozisyonlarda istihdam edilen sözleşmeli personel hariç olmak üzere, çeşitli statülerde istihdam edilen sözleşmeli personele, çalıştıkları birim ve bulundukları pozisyon unvanı itibarıyla aynı veya benzer unvanlı memur kadrosunda çalışan, hizmet yılı ve öğrenim durumu aynı olan emsali personel için belirlenmiş olan ek ödeme oranını aşmamak üzere, statüleri ile mali haklar kapsamında yapılan her türlü ödemeler dahil almakta oldukları toplam ödeme tutarları gibi kriterler birlikte veya ayrı ayrı dikkate alınarak bu madde hükümleri çerçevesinde ek ödeme yapılıp yapılmayacağını, yapılacak ek ödeme oranını sözleşme ücreti ile ilişkilendirilmeksizin belirlemeye, Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu ödeme tutarı damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve sigorta prim kesintisine tabi tutulmaz. ” hükmü getirilmiş ve bu maddenin yürürlüğü 666 sayılı KHK’nin 8. maddesinde 15/1/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği düzenlenmiş olup, ilgili düzenlemenin de somut olayda uygulanma yeri bulunmamaktadır. Davacı 14.08.2011 tarihinden itibaren 5510 sayılı Yasa’nın 4/1-c maddesi kapsamında çalışmaya başlamış olup 666 sayılı KHK’nın 1. maddesinin uygulanması mümkün değildir.
    Kaldı ki; prime esas kazanç, 5510 sayılı Yasanın geçici 2. maddesi, 506 Sayılı Yasanın 61. ve geçici 82. maddeleri uygulanarak ilerde davacıya bağlanacak yaşlılık aylığını, dolayısıyla sigortalılık haklarını kendi yararına etkileyecek olup, sosyal güvenlik haklarından feragat edilemeyeceğinden davacının prim iadesinde de herhangi bir yararı bulunmamakta olup, 506 sayılı Yasa’nını 84 ve 5510 sayılı Yasa’nın 89. maddeleri uyarınca ortada yersiz ödenmiş bir prim de bulunmadığından iadesi de söz konusu olmayacaktır.
    Mahkemece yapılacak iş, yukarıdaki yasal düzenlemeler uyarınca davanın reddine karar vermekten ibarettir.
    O halde davalı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
    Ne var ki, Şanlıurfa 1. İş Mahkemesi’nin 05.06.2014 gün ve Esas:2013/4, K:2014/386 sayılı kararı, maddi hata sonucu Dairemizin 17.06.2015 gün ve E:2014/14827, K:2015/13963 sayılı kararı ile onanmıştır.
    O halde, davalının bu yönleri amaçlayan maddi hata istemi kabul edilmeli, Dairemizin 17.06.2015 gün ve E:2014/14827, K:2015/13963 sayılı onama ilamı kaldırılarak, mahkemenin 05.06.2014 gün ve Esas:2013/4, K:2014/386 sayılı kararı bozulmalıdır….” gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.
    Direnme Kararı:
  9. Şanlıurfa 1. İş Mahkemesinin 11.04.2016 tarihli ve 2016/364 E.- 2016/228 K. sayılı kararı ile; iş mahkemesi kararlarına karşı karar düzeltme yolu bulunmadığı, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda düzenlenen karar düzeltme yolunun ise, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) tüm maddeleri ile birlikte uygulanacağı ve istinaf mahkemelerinin faaliyete başlayacağı 20.07.2016 tarihi itibariyle ortadan kalkacağı, bu yasal düzenlemeler karşısında, iş mahkemesi kararlarına ilişkin Yargıtay onama ya da bozma kararlarına karşı hukuksal yorumda hata yapıldığı gerekçesiyle yargı kararlarıyla fiilen karar düzeltme yolunun açılmasının hukuken benimsenemeyeceği, kaldı ki 15 günlük süreye tabi olan karar düzeltme yolunun iş mahkemesi kararları bakımından süreye tâbi olmadan uygulanmasının da çelişki oluşturduğu, eldeki davada verilen kararın 17.06.2015 tarihinde onandığı, 09.07.2015 tarihinde kesinleşme şerhi verildiği, hükmolunan miktarın davalı Kurumca davacıya ödendiği, öte yandan hukuki yorumdaki değişikliklerin kesin hüküm hâline gelen kararların maddi yanılgı adı altında ortadan kaldırılmasına sebep oluşturamayacağını, karar düzeltme yolu kapalı olan kararlar yönünden Yargıtayın mahkeme kararını onaması ile oluşan şekli anlamda kesin hükmün HMK’nın 95 ve 101.maddeleri uyarınca eski hâle getirme talebinin kabulü ile ortadan kalkacağı, kesin hükmün kamu düzeni ile ilgili olup taraflar arasındaki uyuşmazlığı sona erdirdiği, diğer yandan şekli anlamda kesinleşen bir kararın yeniden ele alınarak görüşülebilmesi için açık maddi hata bulunması gerektiği, somut olayda böyle bir yanılgı bulunmadığının açık olduğu, HMK’nın 304.maddesindeki hükmün de kesinleşen hükmün hukuki yorumda hata yapıldığı sebebiyle değiştirilmesine imkan vermediği, aksi uygulamanın kazanılmış hakları ortadan kaldırarak mahkeme kararlarında bulunması gereken güven ve kararlılık ilkelerini ihlal edeceği belirtilerek uyuşmazlığın esası yönünden ise, mülga 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun (506 sayılı Kanun) 77, 5510 sayılı Kanun’un 80, 375 sayılı KHK’nın Ek 3, 666 sayılı KHK ile eklenen Ek 9 ve 2012/2665 sayılı Bakanlar Kurulu kararının 1/6. maddelerindeki hükümlere yer verildikten sonra, 375 sayılı KHK’nın Ek 3. maddesinde prim kesintisi yapılmayacağına ilişkin açık düzenleme bulunmamakta ise de, 375 sayılı KHK’nın Ek 9. maddesi ve Bakanlar Kurulunun sözü edilen kararı ile yapılan düzenlemelere sigorta prim kesintisinin eklendiği, bu nedenle 375 sayılı KHK’nın Ek 3.maddesindeki kesintinin sigorta primi olduğuna böylelikle açıklık getirildiği, 5510 sayılı Kanun’un 80/c maddesindeki hükmün ise 4/1-a maddesi kapsamında çalışan sigortalılar için olduğu, bozma kararında davacının 14.08.2011 tarihine kadar 4/1-a maddesi kapsamında çalıştığı belirtilmiş ise de, bunun tartışmalı olduğu, zira 4/1-a maddesi kapsamında çalışanların bireysel ya da toplu iş sözleşmesi çerçevesinde çalışanlar olduğu, davacıya kadroya geçirilmeden önce de ek ödeme yapıldığı, bu ödemenin yapılması gerektiğine ilişkin sözleşme hükmü bulunmadığı, 2012/2665 sayılı Bakanlar Kurulu kararının yürürlük tarihi 15.01.2012 tarihi ise de sözleşmenin güçlü tarafı olan kurumlarca 14.08.2011 tarihinden itibaren kesinti yapılmasına resen son verildiği gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
    Direnme Kararının Temyizi:
  10. Direnme kararı süresi içinde davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

  1. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ek ödemelerden yapılan sigorta prim kesintilerinin iadesi istemi ile açılan ve iş mahkemesince davanın kabulüne ilişkin verilen kararı onayan Özel Daire kararında maddi hata düzeltim nedenlerinin bulunup bulunmadığı; burada varılacak sonuca göre onama kararı kaldırılarak bozma kararı verilip verilemeyeceği ile davacıya yapılan ek ödemelerden sigorta prim kesintisi yapılıp yapılamayacağı, buna göre de kesintilerin iadesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

  1. Öncelikle hüküm, kanun yolu, temyiz, karar düzeltme, yargılamanın yenilenmesi, istinaf, tavzih, tashih, kesin hüküm, kanun yolunda usuli kazanılmış hak, maddi hata, hukuki hata ve hukuki güvenlik kavramları üzerinde kısaca bahsetmekte yarar vardır.
  2. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 9. maddesine göre ” Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.” Yine Anayasa’nın 138. maddesinin birinci fıkrasında ise, ” Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.” düzenlemesi bulunmaktadır. Bu anayasal düzenlemeler dikkate alındığında yargı yetkisinin kullanılmasının kanun ve hukuk kuralları çerçevesinde karar (hüküm) vermek anlamına geldiği söylenebilir.
  3. Hâkimin verdiği kararlar ara kararları ve nihai kararlar olmak üzere ikiyi ayrılır.
  4. Ara kararları, yargılamaya (davaya) son vermeyen, bilakis onu yürütmeye, ilerletmeye yarayan kararlardır. Hâkim, yargılamayı yürütmek (ilerletmek) için davada bir çok ara kararı verir. Bütün bu kararların ortak niteliği, hâkimin ara kararı ile davadan (işten) elini çekmeyip, bilâkis davaya devam etmesidir (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, Cilt III, s.2998).
  5. Bu kapsamda olmak üzere mahkemenin görev ve yetki itirazının, zamanaşımı defisinin reddine ilişkin kararları ara kararı olduğu gibi, taraflara delillerini göstermeleri, tanık, bilirkişi incelemesi ve keşif masraflarını yatırmaları için süre vermesine ilişkin kararları da birer ara kararıdır.
  6. Yargılamaya son veren ve hâkimin davadan elini çekmesi sonucunu doğuran kararlara nihaî karar denir. Meselâ, yetkisizlik kararı, görevsizlik kararı, boşanma kararı, aylık kiranın bedelinin tespiti kararı, dava sırasında (dava konusu) borcun ödenmiş olması nedeniyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığı kararı gibi.
  7. Hâkim nihaî karar ile o davadan elini çeker, verdiği karardan dönemez ve onu değiştiremez. Fakat (ara kararlardakinin aksine ) nihaî kararlar temyiz edilebilir (m.427). İşte, nihaî kararlar temyiz edilip Yargıtayca bozulmadıkça, hâkimin nihaî kararla sonuçlandırmış olduğu davaya tekrar bakması (el koyması) caiz değildir (Kuru, s.3004-3005).
  8. Nihai kararlar da esasa ilişkin ve usule ilişkin nihai kararlar olmak üzere iki grupta toplanabilir. Usule ilişkin nihai kararla hâkim davadan elini çekmekte ise de, bu kararla taraflar arasındaki uyuşmazlığın esası çözümlenmiş olmaz. Örneğin mahkemenin görevsiz veya yetkisiz olması nedeni ile verdiği kararlar, davanın takip edilmemesi nedeni ile davanın açılmamış sayılmasına ilişkin verilen kararlar, dava şartlarının noksanlığı nedeni ile davanın usulden reddine ilişkin olarak verilen kararlar nihai karar olmakla birlikte taraflar arasındaki uyuşmazlığı sonlandırılan, çözüme kavuşturan kararlar değildir.
  9. Binaenaleyh, mahkemeler, önlerine gelen uyuşmazlığı, tarafların sulh olması, davadan feragat edilmesi, davanın kabul edilmesi, yahut geri alınması gibi istisnalar dışında, esas hakkında verecekleri nihai kararla çözerler. Mahkemenin verdiği her karar, prensip olarak onun, önüne gelen somut uyuşmazlık hakkında, “Anayasa, kanunlar ve hukuk” çerçevesindeki vicdani kanaatini ifade eder. Bu vicdani kanaatin, söz konusu çerçeveye uygunluğu ise kararın gerekçesiyle ortaya konulur. Bundan dolayıdır ki, Anayasa’nın 141. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılmak zorundadır. Bu çerçevede yargısal karar, mahkemenin önüne gelen uyuşmazlık hakkında açıkladığı kanaatinden ibarettir. Diğer bir ifadeyle yargısal karar, mahkemenin somut bir hukuki soruna ilişkin kanaat açıklamasıdır. Yargısal karar olarak nitelendirdiğimiz bu kanaat açıklaması, muhatapları açısından bağlayıcı sonuçları doğurur. Öyle ki, kararın gereğinin muhatabı tarafından yerine getirilmemesi hâlinde, eda hükmü içerenlerin ilâmlı icra yoluyla (zorla) yerine getirilmesi mümkündür ( Pekcanıtez Usûl, Medeni Usûl Hukuku, Cilt III, İstanbul 2017, s.1967).
  10. Bu açıklamalardan yola çıkıldığında, hüküm, hâkimin dava yolu ile önüne getirilen uyuşmazlıkla ilgili yaptığı yargılama faaliyeti sonucunda verdiği, davayı esastan çözen, taraflar arasındaki uyuşmazlığı sonlandıran karar olarak tanımlanabilir.
  11. Nitekim 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun/6100 sayılı HMK/HMK) 294. maddesinin birinci fıkrasında, “Mahkeme, usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdirir. Yargılama sonunda uyuşmazlığın esası hakkında verilen nihai karar, hükümdür.” şeklinde esasa dair, uyuşmazlığı çözen mahkeme kararının hüküm olduğu yönünde düzenleme yapılmıştır.
  12. Hüküm vermeden önceki yargılama aşamasında öncelikle hâkim, somut olaya uygulanacak bir hukuk kuralı bulunup bulunmadığını araştırır ve tespit eder. İkinci olarak soyut hukuk kuralındaki şartların somut olayda bulunup bulunmadığını inceler; ileri sürülen iddiaların ve savunmanın ispat edilip edilmediğini araştırır. Hâkimin bu görevi delillerin toplanması ve değerlendirilmesi ile gerçekleşir. Son aşamada ise hâkim yaptığı yargılama faaliyeti sonucunda objektif hukuk kuralını somut olaya uygulayarak uyuşmazlığın esası ile ilgili kararını verir.
  13. Hüküm hâkim tarafından açıklanmadıkça hiç bir sonuç doğurmaz. Kararın (hükmün) sonuç doğurması için taraflara açıklanması yani tefhim veya tebliğ edilmesi gerekir. Hükmün nasıl verileceği 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun/HUMK) 382. maddesinde; 6100 sayılı Kanun’un ise 294. maddesinde düzenlenmiştir. Hükmün neleri kapsayacağı ise 1086 sayılı Kanun’un 388.; 6100 sayılı Kanun’un 297. maddesinde ayrıntılı olarak gösterilmiştir.
  14. Hüküm hâkim tarafından yazılıp imzalandıktan ve mahkeme mührü ile mühürlendikten sonra hükmün nüshaları taraflara makbuz karşılığında verilir ve ayrıca kendisine hüküm verilmeyen tarafa gecikmesizin tebliğ edilir (6100 sayılı Kanun’un 301.; 1086 sayılı Kanun’un 392. maddeleri).
  15. Kanun yolu, davanın taraflarına tanınan bir hukuki yoldur ki, bununla yanlış olan kararların (daha doğrusu yanlış olduğu iddia edilen kararların) tekrar incelenmesi ve değiştirilmesi sağlanır.
  16. Hüküm mahkemelerinin karar verirken yanlış yapmaları ihtimali bulunduğundan, verilen kararların daha yüksek bir mahkeme tarafından kontrol edilmesi için, her hukuk sisteminde kanun yolları kabul edilmiştir (Kuru: s. 4483).
  17. Nihaî kararların kesinleşmesine engel olan kanun yollarına normal kanun yolu denir. Yani, normal kanun yoluna başvurulması hâlinde, hakkında kanun yoluna başvurulan nihaî karar bu yollardan geçmeden kesinleşmiş olmaz. Normal kanun yolu, henüz kesinleşmemiş olan nihaî kararlar için tanınmış bir kanun yoludur. Bir karara karşı normal kanun yoluna başvurulursa, o kararın kesinleşmesi önlenmiş, yani kanun yoluna başvurmanın sonucuna kalmış olur. Normal kanun yolu süresi içinde bu yola gidilmezse veya gidildiği hâlde karar onanır ve başka bir kanun yolu da yok ise, nihaî karar kesinleşir (Kuru: s.4484).
  18. Kanun yolları sonsuz değildir. Kanunda hükme karşı öngörülen kanun yollarının tüketilmesi ile ya da kanun yollarına başvurma sürelerinin geçirilmesi ile karar kesinleşir. Artık o hükme karşı normal bir kanun yoluna başvurulması mümkün olmaz.
  19. Bununla birlikte kesinleşmiş hükümlere karşı tanınmış olan kanun yoluna olağanüstü kanun yolu denmekte olup, olağanüstü kanun yoluna konu karar esasında normal kanun yollarından geçerek ya da kanun yollarına başvurulmaksızın kesinleşmiştir. Ancak kanunda öngörülen bazı sebeplerin varlığı hâlinde kanun koyucu kesinleşmiş hükmün kaldırılması ya da değiştirilmesi imkânını tanımıştır.
  20. Türk Medeni Usul Hukukunda kanun yolları nihaî kararlar için kabul edilmiştir. Mahkemelerin nihaî olmayan kararlarına, başka bir deyişle ara kararlarına karşı öngörülmüş genel bir kanun yolu sistemi yoktur.
  21. Medeni Usul Hukuku alanındaki Kanun, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) iken bu Kanun 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ile birlikte yürürlükten kaldırılmıştır.
  22. Ne var ki, 6100 sayılı HMK’nın 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe girmesine rağmen 6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılmasıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un (6217 sayılı Kanun) 30. maddesi ile 6100 sayılı Kanun’a Geçici 2. maddeden sonra gelmek üzere Geçici 3. madde eklenmiş, bu maddede daha sonra değişiklik ve eklemler yapılarak maddenin ikinci fıkrası 6723 sayılı Danıştay Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un (6723 sayılı Kanun) 34. maddesi ile yeniden düzenlenmiş olan 6100 sayılı HMK’nın Geçici 3. maddesinde;
    “(1) Bölge adliye mahkemelerinin, 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca Resmî Gazetede ilan edilecek göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Kanunun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.
    (2) Bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce verilen kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1086 sayılı Kanunun 26/9/2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ilâ 454 üncü madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunur. (Ek cümle: 1/7/2016-6723/34 md.) Bu kararlara ilişkin dosyalar bölge adliye mahkemelerine gönderilemez.
    (3) Bu Kanunda bölge adliye mahkemelerine görev verilen hallerde bu mahkemelerin göreve başlama tarihine kadar 1086 sayılı Kanunun bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri uygulanır.” hükmü bulunmaktadır.
  23. Madde hükmüne göre bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçtiği 20 Temmuz 2016 tarihinden önce verilen kararlar hakkında bu kararlar kesinleşinceye kadar kanun yoluna başvuru süresi 20 Temmuz 2016 tarihinden sonraya sarksa bile 1086 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanması gerekecektir.
  24. Somut uyuşmazlıkta bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçtiği 20 Temmuz 2016 tarihinden önce karar verildiğinden 6100 sayılı HMK’nın Geçici 3. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ilâ 454. madde hükümlerinin uygulanması gerektiğinden kanun yolu açıklamaları bakımından 1086 sayılı Kanun ile 6100 sayılı Kanun ve Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete geçtiği dönem dikkate alınarak ikili bir değerlendirme yapılmasında yarar vardır.
  25. 1086 sayılı Kanun döneminde temyiz, karar düzeltme ve yargılamanın iadesi olmak üzere üç kanun yolu mevcut idi. Bunlardan ilk ikisi normal (olağan) kanun yolu; sonuncusu olağanüstü kanun yolunu oluşturmaktadır.
  26. Temyiz kanun yolunda, hüküm mahkemesinin kararı sadece hukuka uygunluk bakımından inceleme konusu yapılır. Bu nedenle temyiz sadece hukukun yanlış uygulanmış olduğu sebebine dayanabilir. Temyiz talebinde yeni vakıalar ileri sürülürse, bunların Yargıtay’ca incelenmesi caiz olmadığından Yargıtay sadece hukukun yanlış uygulanmış olup olmadığını incelemekle yetinir (Kuru: s. 4502).
  27. Başka bir deyişle, temyiz kanun yolunda mahkemenin kararı temyiz mercii olan Yargıtay tarafından hukuka uygunluk bakımından denetlenir; dava yolu ile önüne gelen uyuşmazlık hakkında mahkemenin verdiği kararın hukuka ve kanuna uygunluğu denetim konusu yapılır. Kural olarak temyiz incelemesinde daha önce ileri sürülmeyen yeni vakıaların ve delillerin ileri sürülmesi mümkün değildir.
  28. Temyiz kanun yolu 1086 sayılı Kanun’un 427 ilâ 439. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Buna göre mahkemelerce verilen nihaî kararlara karşı temyiz yoluna başvurulması mümkündür. Ancak kanunlardaki özel hükümler gereği kesin olduğu belirtilen kararlar ile miktar veya değeri Kanunda öngörülen sınırın altında kalan kararların temyizi kabil değildir.
  29. Temyiz kanun yoluna başvuru belli bir süreye tabi olup, bu süre kararı veren mahkemeye göre farklılık göstermektedir. Örneğin asliye hukuk mahkemelerinde temyiz süresi 15 (onbeş) gün iken, iş mahkemeleri bakımından temyiz süresi 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8. maddesine göre 8 (sekiz) gündür.
  30. Temyiz sebepleri ise Kanun’un 428. maddesinde düzenlenmiştir. Madde hükmü dikkate alındığında öncelikle kanunun yanlış uygulanması ya da hiç uygulanmamış olması temyiz (bozma) nedenidir. Kanun yanında (kanunlara aykırı olmayan) tüzüklerin, (kanunlara ve tüzüklere aykırı olmayan) yönetmeliklerin, örf ve âdet hukukunun yanlış uygulanması ya da hiç uygulanmaması da kuşkusuz temyiz nedenidir. Bunların yanında taraflar arasında yapılmış sözleşmenin somut olaya uygulanmasında yapılan yanlışlık da temyiz nedeni olacaktır. Öte yandan mahkemenin görevsiz olması, tarafları, dava sebebi ve konusu aynı olan davalar hakkında birbirine çelişik kararlar verilmiş olması, delillerin kanuni sebep olmaksızın reddedilmesi, mahkemenin yani adli yargı içindeki hukuk mahkemesinin değil de örneğin idari yargı içinde yer alan bir mahkemenin görevli olması, hakimin davaya bakmasının yasak olması, bir usul kuralının yanlış uygulandığına ilişkin itirazın incelenmemiş olması, usul kurallarına muhalefet edilmesi (bu temyiz nedeni kapsamında olmak üzere hükmün gerekçe içermemesi, dava şartlarının bulunmaması tek başına bozma nedeni ise de tek başına bozma nedeni oluşturan usuli hataların dışındaki usul kurallarına aykırılıkların temyiz (bozma) nedeni oluşturabilmesi için, Kanun’un 428. maddesinin ikinci fıkrasında belirtildiği üzere bu usuli yanlışlığın, yapılmasaydı verilen kararı değiştirebilecek nitelikte esaslı olmasına bağlıdır.) ve maddi meselenin takdirinde hata edilmiş olması temyiz nedenleri arasında sayılmıştır. Kanun’da yazılı olduğu şekli ile “meselei maddiyenin takdirinde hatâ edilmesi” temyiz nedenine dayanarak Yargıtay’ın delillerin takdirinin doğru yapılıp yapılmadığını inceleyerek böylece istinafın boşluğunu doldurmaya çalıştığı bilinmektedir.
  31. Yargıtay ileri sürülen veya kendisinin tespit ettiği temyiz sebeplerini yerinde görürse mahkeme kararını kısmen ya da tamamen bozar. Yargıtay hükmü bozmakla yetinir ve kararında bozma nedeni veya nedenlerini gerekçesi ile belirtir. Yoksa ilk derece mahkemesinin yerine geçerek bir karar veremez veya yeniden yargılama yapamaz (Pekcanıtez, s.2363).
  32. Yargıtay hükmü usul ve kanuna uygun bulursa temyiz itirazlarını reddederek mahkeme kararının onanmasına karar verir.
  33. Karar düzeltme (tashihi karar), Yargıtay’ın temyiz incelemesi sonucunda vermiş olduğu bazı kararlarına karşı tanınmış olan (kendine özgü) normal bir kanun yoludur. Yani, bir hüküm hakkında Yargıtay’ın temyiz incelemesi sonucunda vermiş olduğu karara karşı karar düzeltme yolu açık ise (m.440), o hüküm, ancak karar düzeltme yolunun tükenmesi ile (şekli anlamda) kesinleşebilir.
  34. Kanun yolu denince, kural olarak, bir kararın üst mahkeme tarafından incelenmesi anlaşılır; mesala temyiz yolunda olduğu gibi. Oysa karar düzeltme yolunda, karar düzeltme talebi, bu kararı vermiş olan Yargıtay dairesinde (veya aleyhine karar düzeltme yoluna başvurulan karar HGK kararı ise, HGK’nda) incelenip karara bağlanır. Bu nedenle, karar düzeltme yolu, Yargıtay’ın temyiz incelemesi sırasında yapmış olduğu hatalardan dönmesini sağlayan (temyiz yolunun devamı niteliğindeki) kendine özgü bir kanun yoludur (Kuru: s.4851,4852).
  35. Karar düzeltme yolu ile Yargıtay hukuk dairesinin veya direnme kararının temyizinden sonra inceleme yaparak karar veren Hukuk Genel Kurulunun verdiği kararı tekrar incelemesi sağlanmak istenmektedir (Pekcanıtez Usûl, …e., s.2369).
  36. Görüldüğü üzere karar düzeltme ancak Yargıtay’ın temyiz incelemesi sonucu vermiş olduğu kararlara karşı başvurulabilen bir olağan kanun yoludur. Temyiz edilmemiş karara karşı karar düzeltme isteminde bulunulması mümkün değildir.
  37. Bunun gibi, verildiği anda kesin olan ya da karar düzeltme yolu kapalı olan kararlara karşı da karar düzeltme isteminde bulunulması söz konusu olmayacaktır.
  38. Karar düzeltme 1086 sayılı Kanun’un 440. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre,
    I. Yargıtay kararlarına karşı tefhim veya tebliğden itibaren 15 gün içinde aşağıdaki sebeplerden dolayı karar düzeltilmesi istenebilir:
    1 -(Değişik: 16/7/1981 – 2494/31 md.) Temyiz dilekçesi ve kanuni süresi içinde verilmiş olması şartiyle- karşı tarafın cevap dilekçesinde ileri sürülüp hükme etkisi olan itirazların kısmen veya tamamen cevapsız bırakılmış olması,
    2 -Yargıtay kararında birbirine aykırı fıkralar bulunması,
    3 -Yargıtay incelemesi sırasında hükmün esasını etkileyen belgelerde bir hile veya sahteliğin ortaya çıkması,
    4 -Yargıtay kararının usul ve kanuna aykırı bulunması,
    II. Yargıtay evvelce cevapsız bırakılan itirazları kendi görüşüne göre hükme etki yapacak nitelikte bulmazsa karar düzeltilmesi isteği üzerine vereceği kararda bu itirazları reddederken herbiri hakkında gerekçe göstermek zorundadır”.
  39. Maddenin üçüncü fıkrasında ise hangi kararlara karşı karar düzeltme isteminde bulunulamayacağı düzenlenmiştir.
  40. Görüldüğü üzere karar düzeltme belli bir süreye bağlandığı gibi Yargıtay’ın verdiği her karara karşı karar düzeltme yoluna gidilmesi de mümkün değildir.
  41. Bu arada hemen belirtmek gerekir ki, 25.10.2017 tarih ve 30211 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 10. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olmakla birlikte somut uyuşmazlıkta uygulanması gereken 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8. maddesinin son fıkrasında, Yargıtay kararlarına karşı karar düzeltme isteminde bulunulamayacağı hükme bağlandığından, iş mahkemelerinden verilen kararların temyiz incelemesi sonucu Yargıtay ilgili dairesince verilen kararlara karşı karar düzeltme yoluna gidilemez.
  42. Yargılamanın iadesi, bazı ağır yargılama hatalarından ve noksanlarından dolayı, maddi anlamda kesin hükmün bertaraf edilmesini ve daha önce kesin hükme bağlanmış olan bir dava hakkında yeniden yargılama ve inceleme yapılmasını sağlayan fevkâlede (olağanüstü) bir kanun yoludur (Kuru: s. 5165).
  43. Ancak, karar kesinleşmiş olsa dahi bazı yargısal hatalar çok ağır olabilir, toplum vicdanını derin bir şekilde zedeleyebilir ve hukuk düzenine duyulan güveni ortadan kaldırabilir. Bu ağır ve kabulü zor hataların karar kesinleştikten sonra anlaşılması hâlinde dahi, kararı ayakta tutmaya çalışmak, kesinleşmenin amaçladığı hukuki güvenliği zedeleyecek, hukuk barışını bozacak, adalet hissine dokunacaktır. Yargılama sırasında meydana gelen hatalar ve eksiklikler çok ağır ise bu tür kararlara karşı olağanüstü kanun yolu olan yargılamanın iadesi (veya yargılamanın yenilenmesi ya da iade-i muhakeme) yolu kabul edilmiştir (Pekcanıtez, s.2324).
  44. Yargılamanın iadesi sebepleri 1086 sayılı Kanun’un 445. maddesinde sınırlı bir biçimde sayılmıştır. 445. madde uyarınca hükmü etkileyecek nitelikte olup, davaya bakıldığı sırada mevcut olmasına rağmen yargılama sırasında zorlayıcı sebepten veya lehine hüküm verilen tarafın fiilinden dolayı elde edilemeyen senet veya belgenin hükmün verilmesinden sonra ele geçirilmiş olması; hükme esas alınan senedin sahte olduğunun anlaşılması; hükme esas alınan bir ilâmın kesin bir hükümle ortadan kalkmış olması; tanığın yalan tanıklıktan; bilirkişinin gerçeğe aykırı rapor vermekten; karşı tarafın yalan yeminden dolayı mahkûm edilmiş olması; karşı tarafın hile kullanmış olması; vekil veya temsilci olmayan kişiler huzuru ile davanın görülmüş olması; davaya bakması yasak olan hâkimin hüküm vermiş olması, tarafları, dava sebebi ve konusu aynı olan bir dava hakkında verilen hükme aykırı yeni bir hüküm verilmesine sebep olacak bir kanuni dayanak yokken aynı veya başka mahkeme tarafından önceki hükme aykırı ikinci bir hüküm verilmiş olması ve hükmün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlâli suretiyle verildiğinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararıyla tespit edilmiş olması halleri Kanun’da yargılamanın iadesi nedenleri olarak sayılmıştır.
  45. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda ise olağan kanun yolları istinaf ve temyiz olmak üzere iki aşamalıdır. Bu Kanun’un düzenlemesi bakımından da yargılamanın yenilenmesi olağanüstü kanun yolu olma özelliğini devam ettirmektedir.
  46. 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş ve Görev ve Yetkileri Hakkındaki Kanun ile kabul edilen istinaf yargısı, 20 Temmuz 2016 tarihinde faaliyete başlayan Bölge Adliye Mahkemeleri ile birlikte hukuk sistemimize dâhil olmuştur.
  47. 6100 sayılı HMK’nın 341. maddesi uyarınca, ilk derece mahkemelerinden verilen nihai kararlar ile ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz taleplerinin reddi ve bu taleplerin kabulü hâlinde, itiraz üzerine verilecek kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Görüldüğü üzere taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını çözen nihai kararlar yanında usuli nihai kararlara karşı istinaf kanun yoluna başvuru mümkün olduğu gibi, geçici hukuki koruma tedbirlerinden olan ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz taleplerinin reddi veya bu taleplerin kabulü hâlinde itiraz üzerine verilecek kararlara karşı da istinaf başvurusu yapılabilecektir. Kanun’un 341. maddesinin devam eden fıkralarında ise hangi kararlara karşı istinaf kanun yoluna başvurabileceği, hangi hâllerde bu kanun yolunun kapalı olduğu ayrıntıları ile düzenlenmiştir.
  48. 6100 sayılı Kanun’da istinaf sebepleri gösterilmemiştir. Bununla birlikte istinaf kanun yolunu düzenleyen 341 ila 360. maddelerden hareketle istinaf sebeplerini tespit etmek mümkündür. Şöyle ki, özellikle 342, 352, 353 ve 355. maddelerdeki hükümler birlikte değerlendirildiğinde, genel olarak istinaf sebeplerinin ilk derece mahkemesince vakıalar, vakıaların ispatı için ileri sürülen ve toplanan delillerin değerlendirilmesi, yargılama usulü ve hukukun uygulanması ile ilgili noktalardaki kabulüne ilişkin eksiklik ya da yanlışlıklar sebebi ile istinaf kanun yoluna başvurulabileceği sonucu çıkmaktadır. Başka bir anlatımla, vakıaların tespit ve değerlendirilmesindeki hatalar ile hukukun uygulanmasından kaynaklanan yanlışlıklar istinaf sebebi olacaktır.
  49. İstinaf bir kanun yolu olmakla birlikte temyiz kanun yolundan farklı olarak ilk derece mahkemesinin kararının denetlenmesi yanında aynı zamanda gerektiğinde yeni bir yargılama yapılması ve hüküm mahkemesi gibi karar verilmesi söz konusudur. İstinafın kapsamını Kanun’un 355. maddesi belirlemiş olup bu madde hükmü dikkate alındığında kamu düzenine aykırılık hâlleri dışında istinaf dilekçesinde belirtilen istinaf sebepleri ile sınırlı olarak inceleme yapılır; bu kapsamda istinaf sebebi ile bağlı kalınmak kaydı ile bu konudaki delillerin toplanması ve incelenmesi söz konusu olur. İlk derece mahkemesince yapılan yargılama tümüyle tekrarlanmayıp sadece yanlışlık ya da eksiklik tespit edilen noktalarda yargılama yapılarak deliller toplanıp değerlendirildikten sonra, kararın düzeltilmesi sağlanmaktadır. Nitekim Kanun’un 357. madde hükmüne göre, bölge adliye mahkemesince resen göz önünde tutulacaklar dışında, ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen iddia ve savunmalar dinlenemez, yeni delillere dayanılamaz.
  50. Bölge Adliye Mahkemesince yapılacak istinaf incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi kararının usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu kanaatine varılması hâlinde istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilecektir (6100 sayılı HMK m. 353/b-1).
  51. Duruşma yapılmasına gerek olmayan, usuli hataların bulunduğu Kanun’un 353. maddesinin (a) fıkrasının 1 ila 6. bentleri arasında düzenlenen durumlarda bölge adliye mahkemesi istinaf incelemesi yaparak ilk derece mahkemesinin kararını kaldırıp dosyanın ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verir.
  52. Bölge Adliye Mahkemesi istinaf başvurusunda ileri sürülen sebeplerin doğru olduğuna kanaat getirirse bu durumda ilk derece mahkemesinde dava reddedilmiş ise, red kararını kaldırarak davanın kısmen ya da tamamen kabulüne; dava kabul edildiği hâlde reddi gerekmekte ise kabul ya da kısmen kabul kararını kaldırarak red kararı verir.
  53. Temyiz kanun yolu 6100 sayılı HMK’nın 361 ve devam eden maddelerinde düzenlenmiştir. Kanunun 361. maddesine göre, “Bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinden verilen temyizi kabil nihai kararlar ile hakem kararlarının iptali talebi üzerine verilen kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde temyiz yoluna başvurulabilir.” Görüldüğü üzere temyiz kural olarak bölge adliye mahkemelerinin kararlarına karşı başvurulabilen bir kanun yoludur. Kanun’un 362. maddesi ile hangi kararlara karşı temyiz yoluna gidilemeyeceği düzenlenmiştir.
  54. Temyiz sebepleri Kanun’un 371. maddesinde sayılmıştır. Bunlar; hukukun veya taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanmış olması; dava şartlarına aykırılık bulunması; taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi ve karara etki eden yargılama hatası veya eksiklikler bulunması olarak belirtilmiştir.
  55. Yargıtay taraflarca ileri sürülen veya kendisinin tespit ettiği temyiz sebeplerini yerinde görürse, bozma kararı verecektir. Ancak, temyiz başvurusu bölge adliye mahkemesi tarafından verilen istinaf başvurusunun esastan reddi kararına ilişkin ise bölge adliye mahkemesi kararı kaldırılarak dosya, kararı veren ilk derece mahkemesine veya uygun görülecek diğer bir ilk derece mahkemesine, kararın bir örneği de bölge adliye mahkemesine gönderilir. Bölge adliye mahkemesinin düzelterek veya yeniden esas hakkında verdiği karar Yargıtayca tamamen veya kısmen bozulduğu takdirde dosya, kararı veren bölge adliye mahkemesi veya uygun görülen diğer bir bölge adliye mahkemesine gönderilir. Yargıtayın bozma kararı üzerine ilk derece mahkemesince bozmaya uygun olarak karar verildiği takdirde, bu karara karşı temyiz yoluna başvurulabilir. Öte yandan dosyanın bölge adliye mahkemesine gönderildiği durumlarda bölge adliye mahkemesi, Kanun’un 344. maddesi uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra Yargıtayın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir. Gerek ilk derece mahkemesi gerek bölge adliye mahkemesi kararında direnirse, bu kararın temyiz edilmesi durumunda inceleme, kararına direnilen dairece yapılır. Direnme kararı öncelikle incelenir. Daire, direnme kararını yerinde görürse kararını düzeltir; görmezse dosyayı Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gönderir.
  56. 6100 sayılı HMK da yargılamanın iadesi kanun yolunu kabul edip düzenlemiş ve tıpkı 1086 sayılı HUMK gibi bu kanun yolunun kesin olan ya da kesinleşmiş kararlara karşı ancak Kanunda sayılan belirli bazı hâllerde gidilebileceğini hüküm altına almıştır. 6100 sayılı HMK’nın “Yargılamanın iadesi” başlıklı 375. maddesinde hangi hâllerde kesin olan ya da kesinleşmiş olan bir karara karşı bu olağanüstü kanun yoluna başvurulabileceğini ayrıntılı olarak düzenlemiştir.
  57. Gelinen bu noktada belirtilmelidir ki, dava konusu uyuşmazlık hakkında kesin hüküm bulunuyorsa aynı konuda, aynı taraflar arasında ve aynı dava sebebine dayanılarak yeni bir dava açılamaz.
  58. Kesin hüküm itirazı davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemenin de davanın her aşamasında kesin hükmün varlığını kendiliğinden gözetip, davayı kesin hüküm bulunduğu gerekçesiyle ve dava şartı yokluğundan reddetmesi gerekir. Yine kesin hüküm itirazı mahkemede ileri sürülmemiş olsa dahi ilk defa Yargıtay’da (temyiz veya karar düzeltme aşamasında) ve hatta bozmadan sonra da ileri sürülebilir ve tarafların iradesine de bağlı olmayan mutlak bir etkiye sahiptir. O nedenle kesin hükmün varlığının, yargılamanın bir kesiminde nazara alınmamış olması diğer bir kesiminde ele alınmasını engellemez (Kuru, s. 4980 vd.).
  59. Kesin hüküm derken şekli anlamda kesin hüküm ile maddi anlamda kesin hükmü ayrı ayrı incelemekte yarar vardır.
  60. Şekli anlamda kesin hüküm ile kastedilen, bir mahkeme kararına karşı normal kanun yollarına başvurulamayacağıdır.
  61. Şekli anlamda kesin hükmün amacı, bir davanın sona ermesine hizmet etmektir. Bir nihai karar şekli anlamda kesinleşince, tarafların o davada takip ettikleri amaç gerçekleşmiş olur. Fakat bu, taraflar arasındaki uyuşmazlığın değil, ancak görülmekte olan davanın sona ermesi demektir. Bundan sonra da aynı taraflar arasında aynı uyuşmazlığın yeni bir dava konusu yapılmaması için, başka bir müesseseye yani maddi anlamda kesin hüküm müessesine ihtiyaç vardır (Kuru, s. 4981).
  62. Bir mahkeme kararına karşı başvurulabilecek kanun yolunun hiç olmaması veya mevcut olan kanun yollarının tüketilmesi ya da süresinde kanun yollarına başvurulmaması hâllerinde şekli anlamda kesinlik gerçekleşir. İstisnaen olağanüstü kanun yoluna başvurarak ya da eski hâle getirme mümkün ise bu suretle şekli anlamda kesin hükmü sona erdirmek mümkündür.
  63. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 24.01.2018 tarihli ve 2017/14-2534 E., 2018/88 K. ve 16.05.2018 tarihli ve 2017/19-1628 E., 2018/1098 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiş ve bir karara karşı kanun yollarına başvurulamaması hâlinde şekli anlamda kesin hükmün gerçekleştiğine vurgu yapılmıştır.
  64. Gerek 1086 sayılı Kanun’da gerekse 6100 sayılı HMK’da şekli anlamda kesinliğin tanımı yapılmamış ise de, çeşitli maddelerde geçen “kesin” “kesinleşme” “kesinleşmiş” sözleriyle şekli anlamda kesin hükmün kastedildiğini söylemek mümkündür.
  65. Maddi anlamda kesin hüküm 1086 sayılı HUMK’da tanımlanmamış olmakla birlikte Kanun’un 237. maddesinde ” Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu teşkil eden husus hakkında muteberdir.
    Kaziyei muhkeme mevcuttur denilebilmek için iki tarafın ve müddeabihin ve istinat olunan sebebin müttehit olması lazımdır.” şeklinde bir maddi anlamda kesin hükmün şartlarına yer verilmiştir.
  66. 6100 sayılı HMK’nın ise 303. maddesinde maddi anlamda kesin hükmün tanımı yapılmıştır. Anılan maddenin birinci fıkrasına göre ” Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir”.
  67. Bu hükümden yola çıkıldığında denebilir ki, kesin hükmün ilk koşulu her iki davanın taraflarının aynı kişiler olması, ikinci koşulu müddeabihin aynılığı, üçüncü koşulu ise dava sebebinin aynı olmasıdır.
  68. Kesin hükmün ikinci koşulu olan müddeabihin aynılığı, dava konusu yapılmış olan hakların aynı olmasıdır. Önceki dava ile yeni davanın müddeabihlerinin (konularının) aynı olup olmadığını anlamak için hâkimin, eski davada verilen kararın hüküm fıkrası ile yeni davada ileri sürülen talep sonucunu karşılaştırması gerekir. Eski ve yeni davanın konusu olan maddi şeyler fiziksel bakımdan aynı olsa bile bu şeyler üzerinde talep olunan haklar farklı ise müddeabihlerin aynı olduğundan bahsedilemez.
  69. Kesin hükmün üçüncü koşulu ise, dava sebebinin aynı olmasıdır. Dava sebebi, hukuki sebepten farklı olarak, davacının davasını dayandırdığı vakıalardır. Öyle ise her iki davanın da dayandığı maddi vakıalar (olaylar) aynı ise diğer iki koşulun da bulunması hâlinde kesin hükmün varlığından söz edilebilir.
  70. Aynı ilkeler HGK’nın 2010/1-602 E., 2010/643 K., 24.01.2018 tarihli ve 2017/14-2534 E., 2018/88 K. ile 16.05.2018 tarihli ve 2017/19-1628 E., 2018/1098 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
  71. Kesin hüküm, hükmü veren mahkeme de dâhil bütün mahkemeleri bağlar. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse mahkemeler aynı konuda, aynı dava sebebine dayanarak, aynı taraflar hakkında verilmiş olan hüküm ile bağlıdırlar; aynı uyuşmazlığı bir daha (yeniden) inceleyemezler; bu hâliyle kesin hüküm bir defi değil itirazdır. Bu bağlılık kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır ve gerekçeye sirayet etmez. Ancak gerekçe hükme ulaşmak için mahkemece yapılan hukuki ve mantıki tahlil ve istidlallerden (delillerden yargıya varma) ibaret kalmayıp, hüküm fıkrası ile ayrılması imkânsız bir bağlılık içinde bulunuyor ise istisnaen bu kısmın da kesin hükme dâhil olduğunu kabul etmek gerekir. Hangi gerekçenin hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olduğu her olayın özelliğine göre belirlenir (HGK’nın 06.05.2018 tarihli ve 2017/19-1628 E., 2018/1098 K. sayılı kararı).
  72. Maddi anlamda kesin hükmün amacı da bu hâli ile mahkeme kararlarına güvenilmesini ve uyulmasını sağlamak, taraflar arasındaki uyuşmazlığı kararın maddi anlamda kesinleştiği andan itibaren geleceğe yönelik olarak sona erdirmek ve nihayet çelişkili kararlar verilmesini önleyerek toplum hayatında hukuki istikrar ve güvenliği tesis etmektir.
  73. Hükümlerin tavzihi 1086 sayılı HUMK’un “Hükümlere karşı müracaat tarikleri” başlıklı Bölümünün Dördüncü faslında düzenlenmiş olup bu faslın ilk hükmü olan 459. maddeye göre, “Hüküm müphem ve gayrıvazıh olur veya mütenakız fıkraları ihtiva ederse icrasına kadar iki taraftan her biri iphamın tavzihini ve tenakuzun ref’ini istiyebilir”. 6100 sayılı HMK ise aynı konuyu 305. maddesinde, ” Hüküm yeterince açık değilse veya icrasında tereddüt uyandırıyor yahut birbirine aykırı fıkralar içeriyorsa, icrası tamamlanıncaya kadar taraflardan her biri hükmün açıklanmasını veya tereddüt ya da aykırılığın giderilmesini isteyebilir. ” şeklinde düzenlemiştir.
  74. Hâkim karar verdikten sonra kanun yollarına başvurulup bozulmadığı sürece kendiliğinden kararını değiştiremez. Bu kural, ilk derece mahkemeleri kadar üst derece mahkemeleri için de geçerlidir. Ancak bazı hâllerde hüküm açık olmayabilir, hükmün uygulanması aşamasında tereddütler ortaya çıkabilir ya da birbirine aykırı fıkralar içerebilir. İşte Kanun, açık olmayan, uygulama aşamasında tereddüt yaratan ya da çelişkili olan hükmün açıklanması, tereddüt ve çelişkilerin giderilmesi için “hükümlerin tavzihi” müessesini düzenlemiştir.
  75. Hükmün tavzihi kararı veren mahkemeden talep edilir; bu kapsamda hüküm ilk derece mahkemesince verilmiş ise ilk derece mahkemesinden; bölge adliye mahkemesi ya da Yargıtay tarafından verilmiş ise bu mahkemelerden hükmün tavzihi (açıklanması) talep edilir.
  76. Tavzih bir kanun yolu değildir. Zira tavzih hükmün kesinleşmesini önlemediği gibi, tavzih talebi bir üst mahkeme tarafından değil bizzat hükmü veren mahkemece incelenir. Öte yandan belirtmek gerekir ki, tavzih talebinde bulunmak için belli bir süre öngörülmemiştir. HMK’nın 305. maddesinin birinci fıkrasında belirtildiği üzere “hükmün icrası tamamlanıncaya kadar” hükmün tavzihini istemek mümkündür.
  77. Tavzih kural olarak sadece hüküm fıkrası hakkında olur; hükmün gerekçesinin açıklanması için, tavzih yoluna başvurulamaz. Ancak hüküm fıkrası ile gerekçe arasında bir çelişme (tenakuz) varsa, bu çelişkinin giderilmesi için tavzih yoluna başvurulabilir (Kuru, s. 5275).
  78. Tavzih talebi haklı ise, mahkeme hükmündeki bu kapalılık, açık olmayan hâl, tereddüt ya da çelişkiyi ortadan kaldırır. Ancak, tavzihle hükümde belirtilen haklar ve borçlar sınırlandırılamayacağı gibi genişletilemez ve değiştirilemez ( m. 305/2). Bu çerçevede hükmün tavzihine karar veren mahkeme, daha önce unuttuğu bir hususu hükme ekleyemez ya da hükmünü düzeltemez. Zira tavzihin amacı, hükümdeki hatanın düzeltilmesi ya da eksik kalan, unutulan talepler hakkında karar verilmesi değildir (Pekcanıtez, s.2005).
  79. Hemen belirtmek gerekir ki, tavzih kararı nihâi bir karar olduğundan kanun yollarına başvurulması mümkündür.
  80. Hükümlerin tashihi ise 6100 sayılı HMK’nın 304. maddesinde düzenlenmiş olup, anılan maddenin birinci fıkrasına göre, ” Hükümdeki yazı ve hesap hataları ile diğer benzeri açık hatalar, mahkemece resen veya taraflardan birinin talebi üzerine düzeltilebilir. Hüküm tebliğ edilmişse hâkim, tarafları dinlemeden hatayı düzeltemez. Davet üzerine taraflar gelmezse, dosya üzerinde inceleme yapılarak karar verilebilir”.
  81. Bu hüküm ile dikkatsizlik ya da özensizlik sonucu oluşan maddi hataların ya da hesap hatalarının düzeltilmesi amaçlanmıştır. Bu tür yanlışlıklar hükmün özünü, esasını değiştiren, tadil eden türden olmayan maddi hatalardır. Örneğin mahkeme karar başlığında taraflardan birinin soyadının ya da adının veya şirketin unvanın eksik veya yanlış yazılması; basit ve hüküm içeriğinden maddi hata yapıldığı anlaşılan hesap hataları gibi.
  82. Kanun yolunda usuli kazanılmış hak ve maddi hata kavramlarına gelince; usuli kazanılmış hak kurumu, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir. Örneğin hâkimin bir tarafa kesin süre vermesi ile karşı taraf lehine kazanılmış hak doğar.
  83. Nitekim HGK’nın 23.10.1981 tarihli ve 1981/15-2296 E., 1981/687 K. sayılı kararında “….mesalâ; bir Yargıtay bozma ilamına uyulmasına, ispat yükü kendisine düşen, takdiri delil iddiasını gerçeğe yakın bir şekilde ispat etmiş ve fakat hâkime bir kanaat vermemiş olan tarafa Usulün 365. maddesi hükmünce hâkim tarafından resen and yöneltilmesine; taraflardan birine kesin süre verilmesine (Usul 164) ilişkin ara kararları bu nitelikte olup bunlardan dönme (rücu) caiz değildir. Çünkü, usule ait kazanılmış hak müessesi, Usul Yasasının dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir. (9/5/1960 gün 21 E., 9 K. ve 4.2.1959 gün, 13 E. 5 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları gerekçelerinden)….” denilmek sureti ile ara kararı ile oluşan kazanılmış hak çeşitlerinden bahsedilmiştir.
  84. Hemen belirtilmelidir ki, gerek 1086 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda, gerek 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Konu, yargı içtihadı ile gelişmiştir.
  85. Öte yandan kanun yolunda oluşan kazanılmış haklar da söz konusudur. Şöyle ki, bir mahkemenin Yargıtay dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirmektedir (09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK).
  86. Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur (4.2.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK).
  87. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, bir çok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır.
  88. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı çıkması durumunda Yargıtay bozma kararı ile oluşan usuli kazanılmış hak değer taşımayacaktır. 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararında (YİBK) “…Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna…” karar verilmiştir.
  89. Bunun gibi bozmaya uyulmasından sonra o konuda yürürlüğe giren yeni bir kanun karşısında bozma ilamına uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakkında bir değeri kalmayacaktır. HGK’nın 12.03.1997 tarihli ve 1997/7-975 E., 1997/196 K. ile 06.11.1996 tarihli ve 1996/17-561 E., 1997/744 K. sayılı kararlarında bu hususa vurgu yapılmıştır.
  90. Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmünün, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilmesi hâlinde usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK’nın 21.01.2004 tarihli ve 2004/10-44 E., 2004/19 K. ile 30.01.2013 tarihli ve 2012/1-683 E.,2013/165 K. sayılı kararları).
  91. Görev konusu da usuli kazanılmış hakkın istisnasıdır. Bu husus 04.02.1959 tarihli ve 1957/13 E., 1959/5 K. sayılı YİBK’da “…Kaide olarak usuli müktesep hak hükmünün vazife konusunda tatbik yeri olmayacağına ve duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar vazifesizlik kararı verebileceğine,…” şeklinde ifade edilmiştir.
  92. Bu sayılanların dışında ayrıca hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı ve harç gibi kamu düzenine ilişkin konularda da usuli kazanılmış haktan söz edilemez.
  93. Ayrıca maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile de usuli kazanılmış hak doğmaz.
  94. Burada kısaca “maddi hata” kavramından bahsetmek gerekir.
  95. Maddi hata (hukuki yanılma), maddi veya hukuki bir olayın olup olmadığında veya koşul veya niteliklerinde yanılmayı ifade eder (Yılmaz, E.: Hukuk Sözlüğü, Doruk Yayınları, Birinci Baskı 1976, sayfa:208).
  96. Burada belirtilen maddi yanılgı kavramından amaç; hukuksal değerlendirme ve denetim dışında, tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta yanılgı olduğu açık ve belirgin olup, her nasılsa inceleme sırasında gözden kaçmış ve bu tür bir yanlışlığın sürdürülmesinin kamu düzeni ve vicdanı yönünden savunulmasının mümkün bulunmadığı, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyen ve çoğu kez tersine çeviren ve düzeltilmesinin zorunlu olduğu açık yanılgılardır.
  97. Uygulamada zaman zaman görüldüğü gibi, Yargıtay denetimi sırasında da, uyuşmazlık konusuna ilişkin maddi olgularda, davanın taraflarında, uyuşmazlık sürecinde, uyuşmazlığa esas başlangıç ve bitim tarihlerinde, zarar hesaplarına ait rakam ve olgularda ve bunlara benzer durumlarda; yanlış algılama sonucu, açık ve belirgin yanlışlıklar yapılması mümkündür. Bu tür açık hatalarda ısrarla maddi gerçeğin göz ardı edilmesi, yargıya duyulan güven ve saygınlığı, adalete olan inancı sarsacaktır.
  98. O nedenledir ki, Yargıtay, bu güne değin maddi hatanın belirlendiği durumlarda soruna müdahale etmiş; baştan yapılmış açık maddi yanlışlığın düzeltilmesini kabul etmiştir. HGK’nın 13.03.2013 tarihli ve 2013/5-10 E., 2013/548 K., 13.04.2011 tarihli ve 2011/9-72 E., 2011/99 K., 13.04.2011 tarihli ve 2011/9-101 E., 2011/128 K., 19.06.2015 tarihli ve 2013/21-2361 E., 2015/1728 K., 23.10.2002 tarihli ve 2002/10-895 E, 2002/838 K., 02.07.2003 tanihli ve 2003/21-425 E., 2003/441 K., 29.11.1995 tarihli ve 1995/19-819 E., 1995/1028K., 24.05.1995 tarihli ve 1995/9-348 E., 1995/556 K., 14.03.1986 tarihli ve 1984/2-714 E., 1986/246 K.; 15.10.1986 tarihli ve 1986/6-491 E, -1986/876 K. ile 10.06.1983 tarihli ve 1981/10-323 E., 1983/652 K. sayılı kararlarında da; maddi hataya dayalı onama ve bozma kararlarının karşı taraf lehine sonuç doğurmayacağı benimsenmiştir. Bu husus, 30.11.1988 tarihli ve 1988/2-776 E., 1988/985 K. sayılı kararında “…Yargıtay bozma ilâmına uyulmakla meydana gelen usulî kazanılmış hak kuralı usul hukukunun ana esaslarından olmakla ve Yargıtay’ca titizlikle gözetilmekle birlikte bu kuralın açık bir maddi hata hâlinde dahi katı bir biçimde uygulanması bazı Yargıtay kararlarında adalet duygusuyla, maddi olgularla bağdaşmaz bulunmuş ve dolayısıyle giderek uygulamada uyulan bozma kararının her türlü hukuki değerlendirme veya delil takdiri dışında maddi bir hataya dayanması hâlinde usulî kazanılmış hak kuralının hukuki sonuç doğurmayacağı esası benimsenmiştir…” şeklinde ifadesini bulmuştur.
  99. Öte yandan somut uyuşmazlıkta uygulanması gereken 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 8. maddesinin son fıkrası uyarınca, iş mahkemelerince verilen kararlara ilişkin Yargıtay kararlarına karşı karar düzeltme yolu kapalıdır. Ancak, maddi yanılgıya dayalı kararlar bu kuralın dışındadır. Onama ve bozma kararlarında açıkça maddi hatanın bulunması hâlinde dosyanın yeniden incelenmesi mümkündür. Zira, yukarıda da ifade edildiği gibi, maddi yanılgıya dayalı olarak verilmiş bulunan onama ve bozma kararları ile hatalı biçimde hak sahibi olmak evrensel hukukun temel ilkelerini ihlal edeceğinden, karşı taraf yararına sonuç doğurması olanaklı değildir.
  100. Ne var ki bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılarak delil değerlendirmesi sonucunda bir sonuca ulaşılmış ise, bu kararın yanlış olduğu ya da delillerin yanlış değerlendirildiği sonradan anlaşılsa bile bozmaya uyulması ile oluşan kazanılmış hakkın varlığı kabul edilmelidir. Bu durum HGK’nın 30.11.1988 tarihli ve 1988/2-776 E., 1988/985 K. sayılı kararında maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile usuli kazanılmış hak oluşmayacağına vurgu yapıldıktan sonra kararın devamında “…Burada şu husus belirtilmelidir ki, bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılmış ve deliller belirli bir doğrultuda değerlendirilerek bir bozma kararı verilmiş ise, bu bozmaya uyulması halinde, bozma yapan Daire hukuki görüş değiştirse veya delil değerlendirmesinin yanlış olduğunu sonradan benimsese dahi burada maddi hatadan söz edilemeyeceğinden usulî kazanılmış hakkın doğduğunun kabulü gerekir. Ancak, Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç her türlü değer yargısı dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanmayacak tartışmasız bir maddi hataya dayanıyorsa ve onunla sıkı sıkıya bağlı ise o takdirde usulî kazanılmış hak kuralı hukuki sonuç doğurmayacaktır…” şeklinde ifade edilmiştir.
  101. Aynı görüş HGK’nın 20.01.1988 tarihli ve 1988/1-249 E., 1988/28 K., 20.12.1989 tarihli ve 1989/12-539 E., 1989/662 K., 15.12.1990 tarihli ve 1990/1-450 E., 1990/608 K. ile 09.03.1994 tarihli ve 1993/17-889 E., 1994/123 K. sayılı kararlarında da aynen sürdürülmüştür.
  102. Diğer yandan Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, ““Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmü; Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrasında ise, “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” hükümleri bulunmaktadır.
  103. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmında ise ” Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.” düzenlemesi yer almaktadır..
  104. Nitekim Anayasa Mahkemesinin (AYM) 11 Eylül 2014 tarihli ve 29116 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 26.06.2014 tarihli ve 2013/1752 başvuru numaralı kararında “… Anayasa’nın 36. maddesinde ifade edilen hak arama özgürlüğü, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biri olmakla birlikte aynı zamanda toplumsal barışı güçlendiren, bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, sadece yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunmada bulunma hakkını değil, yargılama sonunda hakkı olanı elde etmeyi de kapsayan bir haktır…şeklinde adil yargılanma hakkının unsurlarına ve içeriğine ilişkin açıklamalar yapılmıştır.
  105. Anayasa Mahkemesi bu kararında ve başkaca bir çok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Yüksek Mahkemeye göre hukuk devletinde hukuk güvenliğini sağlayan bir düzenin kurulması asıldır. Hukuki güvenlik ilkesi gereğince devletin, vatandaşların mevcut kanunlara olan güvenine saygılı davranması, bu güvenlerini boşa çıkaracak uygulamalardan kaçınması gerekir. Bu durum hukuk devleti ilkesinin bir gereği olduğu kadar Anayasa’nın 5. maddesiyle devlete yüklenen, vatandaşların refah, huzur ve mutluluk içinde yaşamalarını sağlama, maddi ve manevi varlıklarını geliştirmek için gerekli ortamı hazırlama ödevinin bir sonucudur. Bu yönüyle, hukuk devletinin önemli bir unsuru olarak hukuki güvenlik ilkesi, yalnızca hukuk düzeninin değil, aynı zamanda belirli sınırlar içinde bütün devlet faaliyetlerinin belirli oranda önceden öngörülebilir olması anlamını taşır. Hukuki güvenlik sadece bireylerin devlet faaliyetlerine duyduğu güveni değil, aynı zamanda yürürlükteki mevzuatın süreceğine duyulan güveni de içerir.
  106. Başka bir anlatımla hukuk devletinin hukuki güvenlik ilkesi, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre güvenle düzenleyebilmesi anlamına gelir. Kişilerin davranışlarını düzenleyen kurallar onlara güvenlik sağlamalıdır. Bu güvenliğin sağlanabilmesi, her şeyden önce, devletin kendi koyduğu hukuk kurallarına kendisinin de uymasına bağlıdır. Kanunları uygulama durumunda bulunanların da, başta mahkemeler olmak üzere bu ilke ile bağlı olduğu da açıktır.
  107. Hukuk devleti, devlet ve insan faaliyetlerine yön veren, yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan ilkeler bütünü olduğundan, devletin organ ve kurumları bakımından bu ilkeler birer sınırlama niteliği taşırken, vatandaşlar açısından hukuki güvenlik içinde yaşamanın araçları olarak işlev görmektedir.
  108. Hukuki güvenlikle bağlantılı olarak “genellik” ve “öngörülebilirlik”, hukuk devletinin iki temel unsuru kabul edilir. Genellik unsuru, hukukun özel kişi ya da durumlara değil, herkesi kapsayacak biçimde genel, soyut ve tarafsız, geçmişe uygulama yasağı çerçevesinde ileriye yönelik, kamuya açık kurallar üzerine inşa edilmesi anlamını taşır. Hukukun öngörülebilirliği ise, hukukun anlam açısından belirgin ve açıkça ifade edilmiş, istikrarlı ve birbiriyle uyumlu kurallar ile önceden tahmin edilebilir uygulamalara dayanmasıdır. Bireylerin hukukun gerektirdiği şeyi önceden bilmeleri ve davranışlarını buna göre düzenlemelerini sağlayan bir ilke olarak hukuki öngörülebilirliğin hukuki belirlilik ile ilişkisi, bu noktada çok açıktır. Hukuk kurallarının bütünüyle belirsiz olduğu kabul edildiğinde, hukuki öngörülebilirlikten de söz edilemeyecektir. Hukuki güvenirlik ile yargı erkine güven sağlandığından kamu yararı ile doğrudan ilgilidir. Buradaki asıl amaç hukuki barışın sağlanmasıdır.
  109. Nitekin Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında “…Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir…” şeklinde belirlilik ilkesinden ne anlaşılması gerektiği açıklanmıştır.
  110. Anayasa Mahkemesi, “hukuki güvenlik ilkesi”nin “öngörülebilirliği” sağlayan işleviyle hukuk devletinin ayrılmaz bir parçası olarak, bireylere hem devlet hem de toplumun diğer üyeleri karşısında “ilkesel”, “kurumsal” ve “işlevsel” güvenceleri birlikte sağlayacağını kabul etmektedir.
  111. Yine Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararında….” Kesin hükme saygı uluslar arası hukuk düzenine özgü hukukun genel ilkelerinden biri olarak kabul görmektedir. Anayasa’nın 138. maddesinin son fıkrasında düzenlenen yargı kararlarının geciktirilmeksizin uygulanması yükümlülüğü, hukukun genel ilkelerinden biri olarak da kabul edilen kesin hükme saygı ilkesinin de bir gereğidir. Çünkü bir hukuk sisteminde yargının verdiği ve bağlayıcı olan kesin hüküm zarar gören taraflardan biri açısından işlevsiz duruma getirilmişse, adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerin bir anlamı kalmayacaktır….” hususlarına vurgu yapılmıştır.
  112. Aynı kararda “… Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Anılan maddeyle güvence altına alınan adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Bu bağlamda Anayasa’nın, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uyma zorunluluğunu ve mahkeme kararlarının değiştirilemeyeceği ile uygulanmasının geciktirilemeyeceğini ifade eden 138. maddesinin de, adil yargılanma hakkının kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır…” ifadelerine yer verilmiştir.
  113. Şu hâlde yukarıda yapılan açıklamalara gore; 6100 sayılı HMK’nın Geçici 3. maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete başladığı 20 Temmuz 2016 tarihinden önce verilen kararların kesinleşmesine kadar 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki temyize ilişkin 427 ilâ 454. madde hükümlerinin uygulanması gerekeceğinden, Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete geçmesine ve 6100 sayılı HMK’nın yürürlükte olmasına rağmen 20 Temmuz 2016 tarihinden önce verilen bir karar 1086 sayılı Kanun hükümlerine göre temyiz ve karar düzeltme yolu açık ise karar düzeltme kanun yollarının tüketilmesi ile şekli anlamda kesin hüküm hâlini alacaktır.
  114. 6100 sayılı HMK’nın kanun yoluna ilişkin hükümlerine tâbi olan kararlar bakımından ise istinaf ve temyiz kanun yollarından geçen kararlar şekli anlamda kesinleşecektir.
  115. Bununla birlikte iş mahkemesinde açılan bir davada verilen karara karşı karar düzeltme yolu kapalı ise de, Hukuk Genel Kurulu kararlarında da açıklandığı üzere hukuksal değerlendirme ve denetim dışında, tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta yanılgı olduğu açık ve belirgin olup, her nasılsa inceleme sırasında gözden kaçmış ve bu tür bir yanlışlığın sürdürülmesinin kamu düzeni ve vicdanı yönünden savunulması mümkün olmayan, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyen ve çoğu kez tersine çeviren ve düzeltilmesinin zorunlu olduğu açık yanılgılar bulunduğu takdirde maddi hatanın giderilmesi mümkün olacaktır.
  116. Somut olayda; davacı tarafça 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Ek 3. maddesine göre yapılan ek ödemelerden sosyal sigorta prim kesintisi yapılmasının hukuka aykırı olduğunu ileri sürülerek kesintilerin iadesi için açılan davada düzenlenen bilirkişi raporunda 375 sayılı KHK’nın Ek 3, 666 sayılı KHK ile eklenen Ek 9.maddeleri ile 10 Ocak 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 2012/2665 sayılı Sözleşmeli Personele Ek Ödeme Yapılmasına Dair Bakanlar Kurulu Kararının 1/6. maddesi ayrıca Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğünün 02.03.2012 tarihli ve 2837 sayılı görüş yazısı kapsamında yapılan değerlendirme sonucu ek ödemelerden kesilen sigorta primlerinin iadesi gerektiği belirtilerek hesaplama yapıldığı, mahkemece sözü edilen düzenlemeler irdelenmek suretiyle davanın kabulü ile sigorta prim kesitlerinin davacıya faizi ile birlikte iadesine karar verildiği, kararın davalı Kurum vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece onandığı, mahkemece 09.07.2015 tarihinde 17.06.2015 tarihinde onanmakla kesinleştiği belirtilerek kararın altına keşinleşme şerhi yazıldığı, onama kararının 20.07.2015 tarihinde tebliği üzerine davalı Kurum vekilinin 27.01.2016 havale tarihli dilekçesinde cevap ve temyiz dilekçelerindeki hususlar dikkate alınmadığından onama kararının maddi ve hukuki hataya dayandığını, 5510 sayılı Kanun’un 80. maddesi hükmüne göre diğer kanunlardaki prim kesintisine ilişkin muafiyet ve istisnaların dikkate alınmayacağını ileri sürerek maddi hata düzeltim talebinde bulunduğu, davacı vekilinin 11.04.2016 tarihli duruşmada tekrar ettiği aynı tarihli dilekçesinde hüküm altına alınan miktarın davalı Kurum tarafından icraen ödendiğini beyan ettiği görülmüştür.
  117. Şu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgulara göre; mahkeme kararının karar düzeltme yolu kapalı olduğu için Özel Dairenin onama kararı ile şeklen kesin hüküm hâline geldiği, onama kararında maddi hata bulunmadığı, ilgili mevzuat hükümlerinin yorumu bakımından ortaya çıkan farklılığın hukuki hata olarak nitelendirilebilirse de, maddi hata olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığı, bu nedenle de onama kararının kaldırılmasını gerektirir maddi hata düzeltim nedenleri bulunmadığından direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu ve onanması gerektiği sonucuna varılmıştır.
  118. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, 375 sayılı KHK’nın Ek 3. maddesine göre yapılan ek ödemelerin sigorta prim kesintisine tabi olduğu yönünde yerleşik uygulama bulunduğu, Özel Dairenin uyuşmazlık sürecinde yanılgıya düştüğü, bu nedenle onama kararının maddi hataya dayandığı, bozma kararının yerinde olduğu ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
  119. O hâlde direnme kararı onanmalıdır.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 25.11.2020 tarihinde oy çokluğu ile ve kesin olarak karar verildi.

Editör http://sanalhukuk.org

Güncel ve Güvenilir Hukuki Bilgi

Daha Fazla

+ There are no comments

Add yours